Hayatta kalabilmek üzere bir arada yaşayan insanlar, farklı sosyal örgütlenme biçimleriyle süreklilik sağlamayı hedeflemişlerdir. Böyle bir süreklilik dizgesinde, yalın toplumdan tarım toplumuna, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişte, farklı gelişim aşamalarını tecrübe eden insanlık, değişim ve dönüşüme uyum sağlarken, tarihe de derin izler bırakmıştır. Eric Hobsbawm’ın “aşırılıklar çağı” olarak nitelendirdiği 20. yüzyıl da işte böyle bir yüzyıldır. Bu yüzyılda insanlık bir taraftan tüm dünyayı yıkıma sürükleyen iki dünya savaşını, emperyalizmi, ırkçılığı tecrübe edip, şiddetin sıradanlığına tanıklık ederken, diğer taraftan değişen sosyal, ekonomik ve politik koşullar pek çok sosyal sorunu da beraberinde getirmiştir. Sanayi Devrimi’yle ivme kazanan ve yeni dünya düzeniyle yelpazesi genişleyen bu sorunlar, bireyin toplumsal hayata sağlıklı katılımını imkânsız hale getirirken, farklı nedenlerle derin bir eşitsizliğe maruz kalmasına da neden olmuştur. Bütün bu olumsuzlukları bertaraf edecek, ideal düzlemde yaşanılır bir toplum yaratacak, bir nevi reçete niteliğindeki kavram ise insan haklarıdır.
Bugün tüm insanlığın ortak değeri olarak kabul edilen, hak, adalet, eşitlik ve özgürlük kavramlarının ürünü olan insan hakları, insanca yaşamın temelini oluşturmaktadır. Kendisini hak, eşitlik, özgürlük ve adalet kavramları ile tanımlayan sosyal hizmetin insan hakları ile olan ilişkisi de buradan gelmektedir. Özellikle dezavantajlı gruplar başta olmak üzere toplumun tüm bireylerinin iyilik halini hedefleyen sosyal hizmet, insanca yaşam koşullarının oluşturulmasını amaç edinirken, insan haklarının gerçek hayatta uygulanmasını da sağlamaktadır. Buradan hareketle bu kitap sosyal hizmet uzmanlarının farklı çalışma alanlarının insan hakları ile bağlantısını kurarak, sosyal hizmet uygulamalarının insan hakları temelini oluşturmayı hedeflemektedir.